Mynet Trend

BİZE ULAŞIN

Mynet Tatil Bulucu

1 Kimle tatile çıkıyorsunuz?
2 Yurt içi mi yoksa yurt dışı mı tatil yapmak istiyorsunuz?
3 Yaz Tatili mi Kış Tatili mi?
4 Ne tür tatil arıyorsunuz?
5 Vizeniz var mıdır?
6 Balayı Tatili mi yapmak istiyorsunuz?
7 Eğer Seçiminiz yurt içi ise Tatil yapmak istediğiniz yerler?
7 Eğer Seçiminiz yurt dışı ise Tatil yapmak istediğiniz yerler?
8 Eklemek istediğiniz farklı detaylardan burada bahsedebilirsiniz.
    Kalan mesaj: 10

    Çayağzı’ndan Kaş’a Uzanan Üç Günlük Bir Yürüyüş

    Antalya’dan Fethiye’ye uzanan antik Likya Yolu’nun her parçası bir mucizeler güzergâhı. Çayağzı’ndan Kaş’a uzanan ve üç günlük bir yürüyüşle tamamlanan zorlu ama çok keyifli bir macera.

    yazı ve fotoğraflar: ALTUĞ ŞENEL

    Mucizevi Likya yolculuğunda bu ayki rotamız Çayağzı bölgesinden Kaş’a uzanıyor. Başlangıç noktamız dünyanın günümüze kadar ayakta kalabilmiş en büyük tahıl ambarlarından birinin bulunduğu, özellikle Romalılar zamanında aktif bir liman olarak kullanılmış Çayağzı (Andriake). Likya Yolu’nun Kekova olarak bilinen bu bölgesinde birçok antik yerleşimi birbirine bağlayan patikalardan yürüyerek Kaş’a ulaşmaya çalışacağız.

    Sakin bir ilkbahar sabahında yürüyüşümüz sahilin en ucunda bulunan Karasu Deresi üzerindeki tahta köprüye adım attığımız anda başlıyor. Kekova patikalarının büyük bölümü sahile paralel bir güzergâh izliyor ve uzun iniş çıkışlar içermiyor.

    Tarih boyunca Kekova’da su ve suyun depolanması bölgenin en büyük temel sorunlarından birisi dersek yanılmış olmayız. Bunu da yol boyunca sıkça karşımıza çıkacak olan sarnıçlardan anlayacağız.

    Dereyi geçmemizin ardından pırnal ve zeytin ağaçlarının çevrelediği patikalarda adaçayı ve kekik kokuları arasından yaptığımız yürüyüşün ilk zorunlu molasını Çakıl sahilinde veriyoruz. Akdeniz’in turkuaz renkli sularına kendimizi bırakmanın tam zamanı. Dipten çağlayan tatlısu kaynağının serinlettiği denizin keyfini kaçırmamak gerek.

    Likya Yolu, yolcularını antik zamanlara götürmekle kalmıyor, doğanın kalbine ulaştırıyor. Çayağzı Kumsalı’nın sonunda bulunan Karasu Deresi üzerindeki bu ahşap köprü, sadece iki yakayı değil, eski zamanla şimdiki zamanı da buluşturuyor.

    Molanın ardından öğle saatlerine kadar yaptığımız yürüyüş sonrası Kapaklı Köyü civarında bulunan Istlada antik kentine ulaşıyoruz. Burada MÖ 4. yüzyıldan kalan etkileyici ev ve kaya tipi mezarları, kale kalıntılarını görebilmek mümkün.

    Sahile doğru indiğimizde Kapaklı’nın Hayıtlı sahilinde Gökkaya Koyu’nun harika manzarası biz yolcuları karşılıyor. Gökkaya Koyu’nun en büyük adası Aşırlı’da adaya bırakılmış yaban keçileri ve geyikler yaşıyor.

    Gökkaya Koyu’na bakan Sandal Tepesi’nin yamaçlarındaki patikalardan denize çok yakın mesafede yaptığımız yürüyüş sonunda büyük sarnıçların, yıkık çoban kulübelerinin bulunduğu geniş ovaya ulaşıyoruz. Yolumuzun üzerindeki yaşlı pırnal ağaçlarının gölgeleri kendilerine özgü hafif esintisiyle ferahlık hissi veriyor. Deniz tarafındaki tepelerde Simena antik kentinin kalıntılarını görmeye başlıyoruz. Simena, bilinen adıyla Kaleköy, özellikle Kaş tarafından Kekova’ya yapılan tekne turlarının uğrak yeri. Bölgeye ulaşım deniz yoluyla olduğundan arka cephede çok büyük bir ova olabileceğini hayal etmek güç.

    Yola çıktığımızdan bu yana karşımıza çıkmayan taze su kaynağını Üçağız köy mezarlığının girişinde görünce keyfimiz yerine geliyor. Su bakımından zengin olmayan bölgeleri yürüdüğümüzde daha iyi anladık ki susuzluk açlıktan daha zor.

    Kaleköy’ün ardından sakinliği ve durgun deniziyle Üçağız Koyu’nun panoramik manzarası ruhumuzu dinlendiriyor. Akdeniz’e Karakol Adaları adı verilen iki küçük ada arasından girilen Üçağız (Theimussa), her dönem denizciler tarafından doğal liman olarak kullanılmış.

    Kekova’daki ilk kampımızı Üçağız’da yapıyoruz. Henüz yaz mevsiminin yoğunluğunu yaşamaya başlamamış Üçağız’ın bomboş meydanında Kekova’nın verdiği huzur ve dinginlik hissi tüm yorgunluğumuzu unutturuyor.

    Aperlae, Apollonia, Boğazcık

    Likya yolcuları, Kekova’da geçirdiği ikinci gün sonunda kamp yapılacak Apollonia antik kentinin eteklerindeki Boğazcık Köyü’ne doğru yürüyor. Etkileyici manzaralar, kekik ve adaçayı kokuları yürüyüşçülere yorgunluklarını unutturuyor.

    İkinci gün yürüyüşümüz Üçağız Koyu’nun sahilinden devam eden patikalara girerek başlıyor. Kayaların arasından koridor şeklinde devam eden patikaların yanı sıra bazı kısımlarda kayaların üzerinden atlamamız gerekiyor.

    Deniz o kadar durgun ki koy içerisine demirlemiş tekneler sakin denizde birer heykel gibi kımıltısız. Tam burada, bir an durup doğaya kulak vermek gerek. Doğanın sesini ya da sessizliğini aramak. Ağaçlar hışırdamıyorsa da bizim hissetmekte zorlandığımız esintiyle muhabbet ediyor sanki. Asıl ses denizden geliyor, parlak suları yalpalayarak hafifçe kıyıyı dövüyor, şırıltıyla geri çekiliyor.

    Üçağız Koyu ve Değirmenlik tırmanışın ardından, kuşbakışı bakıldığında mantara benzeyen, Sıçak Yarımadası’nın eteklerinden Asar Koyu (Aperlae)’na doğru düz ve geniş bir ovadan ilerliyoruz. Kaleköy’de gördüklerimize benzer oluşumlar burada da karşımıza çıkıyor.

    Likya Birliği şehirlerinden Aperlae, Asar Koyu içerisinde yaşayan bir deniz kabuklusundan elde edilen mor renginin (Tyrian moru) kaynağı olarak ve şehir surlarıyla arkeologların ilgisini çekiyor. Bugün kentin bir bölümü sular altında.

    Aperlae’nin önemi, Roma döneminde kumaş boyasında kullanılmak üzere, Asar Koyu’nda bulunan bir deniz kabuklusundan elde edilen mor renginden kaynaklanıyor. Mor, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerinde asaletin ve aristokrasinin rengiydi.

    Öğlen saatlerinde adımlarımızı Aperlae’ye doğru atarken yıllar önce ailesiyle buraya yerleşip yürüyüşçülere yardımcı olan, daha da önemlisi bölgeyi kendi imkânlarıyla korumaya çalışan Rıza Cüce ile tanışıyoruz. Dedesinden kalan çoban kulübesine yerleşmeye karar verdiğinde yıkık haldeymiş. Burayı toparlayıp ailesinin yaşayacağı hale getirene kadar çok uğraşmış. Şimdi kendi imkânlarıyla kışın suyunu biriktirip elektriğini de bu yoldan (yıllar önce geçmiş bir Alman turistin kendisine hediye olarak gönderdiği küçük rüzgâr türbininden) sağlıyor. Rüzgâr estikçe küçücük pervanesinin sesini duyup insanoğlunun zor şartlara karşı çabasını görmek mutluluk veriyor. Aperlae’nin sayısız kaya mezarları ve şehir kalıntıları arasından Yassıca Tepesi’ne doğru binlerce yıla meydan okumuş antik merdivenlerinden çıkıyoruz. Bu açıkhava müzesinde adım attıkça karşımıza çıkan lahitleri, dibekleri, sarnıç ve şehri çevreleyen duvarları tek tek incelemeye zaman yetmez. Yükseldikçe bütün heybetiyle Sıçak Yarımadası, Üçağız Koyu ve Kekova Adası kendilerini gösteriyor.

    Sularımızı tazeliyoruz. Hava kararmadan geceyi geçireceğimiz Boğazcık Köyü’ne varmalıyız. Öyleyse zaman kaybetmemeliyiz. Yer yer tırmanışı andıran birkaç saatlik yürüyüş bizi bekliyor: Yürüyüş, Kılınçlı Köyü’ne kadar böyle sürecek. Kılınçlı’ya vardığımızda yorgunluk kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Yol işaretlerini bulmakta zorlansak da Apollonia’nın üzerine kurulduğu Aşartepe sırtlarından Boğazcık Köyü’ne doğru inmeyi başardık yine de. Boğazcık, rotamızda ikinci konaklama noktamızdı. Kamp için olağanüstü bir köy. Yöresel yemeklerin tadına bakma şansı da cabası.

    Kaş'a Son Adımlar

    Bir köyde konakladığımıza göre sabahın ilk ışıklarıyla ayaklanmamız gerekiyor, zira köyün en canlı anları o saatlerde başlıyor. Köy tümüyle uyanıp canlanırken çadırlarda uyumak hem mümkün değil hem de doğru değil. Sabah hareketliliği, kısa süreliğine de olsa köyün hayatına karışmak için bulunmaz fırsat. Çok çabuk geçiyor bu anlar ve yeniden yoldayız. Su takviyesini yaptık ama Boğazcık ile Kaş arasında suyun biraz daha idareli kullanılması gerektiğini biliyoruz.

    İkizcetepe sırtlarından Üzümlü sahiline doğru iniyoruz. Yürürken çok sayıda sarnıç görsek de suların içilebilir olduğunu söylemek güç. İnişimiz sırasında İçada ve Sıçak Yarımadası arasında kalan Akar Boğazı’nın yanı sıra Likya Yolu yürüyüşçülerine kerteriz olan Körmen Adası’nı görebiliyoruz.

    Likya Yolu’nun Kekova parkurları insanın kendi kendini dinleyebildiği bölümleri içeriyor. Bulunduğumuz konumda kuş ve denizin çırpıntısı dışında ses yok. Bu sebeple Çıralı’dan başlayan ve Kaş’a devam eden Likya Yolu’nun her biri farklı deneyimler yaşatan bölümleri yürüyüşçüleri değişik bir ruh haline sokuyor.

    Zeytin ağaçlarının çevrelediği Üzümlü’ye ulaştığımızda turkuaz renginde dingin bir deniz karşılıyor bizi. Toprağın kırmızıya boyandığı patikalarda adaçayı kokuları arasından sahile yakın bir konumda yürüyoruz.

    Yürüyüşçüler, Üçağız Koyu’nun dingin denizin yıkadığı, tarih kokan kıyılarına yakın kıvrılarak, bazen yükselip alçalarak uzanan patikalarında. Teke Yarımadası’nın dağlarında günlerce süren yürüyüşün bu bölümü zor ama keyifli anlara sahne oluyor.

    Haritalarda bile zor görülebilen Çılpacık Adası’nı arkamızda bıraktıktan sonra pırnal çalıları arasından devam eden patika bizi İnceburun ve Uluburun bölgesine ulaştırıyor. Uluburun’da bulunan, MÖ 14. yüzyıla tarihlenmiş batık 1982 yılında bir süngerci tarafından bu bölgede bulunmuştu. Her adımda karşımıza çıkan tarihi dokunun zenginliği, Kekova’nın susuz yürüyüşünü âdeta unutturuyor.

    Okçuöldüğü mevkisine yaptığımız dik ve kayalık çıkışın ardından Ufakdere’ye inen toprak orman yoluna çıkmamız bizi rahatlatıyor. Su kaynağı olmayan bu bölgelerde eforlu çıkışlar su ihtiyacını artırmakta. Ufakdere’nin cennet gibi sahilinde Kekova’nın büyüsünü bir kez daha yaşıyoruz. Bölgenin çoğunluğunun SİT alanı olmasına karşın sahildeki yapılaşma hayal kırıklığı yaratıyor. Ufakdere’den sonra Çobanburnu Tepesi’ne yaptığımız kısa çıkışın sonunda Kaş’ın gözü olarak bilinen Meis’i görmeye başlıyoruz.

    Oradan Çobankoyu’na indikten sonra parkurun dikkat gerektiren kayalık geçişlerini yapıyoruz. Limanağzı bölgesinin tepelerine vardığımızda muazzam zeytinlikler ve tarım alanları manzaraya karışıyor. Limanağzı’na doğru ilerlerken etrafımızı çevreleyen zeytin ağaçlarının izin verdiği ölçüde Kaş’ı görebiliyoruz.

    Su ihtiyacı bakımından tükenmiş haldeyiz ve Kaş’a zaman kaybetmeden ulaşmak istiyoruz. Limanağzı’nın deniz seviyesinden 100 metre yükseklikteki kıvrılarak ilerleyen patikalarından tempomuzu azaltmadan yürüyoruz.

    Kaş’a vardığımızda, güçlükle dayanabildiğimiz susuzluğumuzu karşımıza çıkan ilk yerleşimden yardım rica ederek gideriyoruz. Sürahi yetmeyince bardaklarımızı hortumla doldurduğumuzu belirtirsek susuzluğumuzu doğru biçimde ifade etmiş oluruz.

    Üç günlük bir yürüyüşle tamamlanabilecek 60 kilometre uzunluğundaki Likya Yolu’nun etkileyici Kekova parkurları bölgenin tarihini, doğasını ve insanını tanımanıza imkân verecek güzellikte. Çıkıp yürümek ve hayalleri ertelemek için asla geç kalmış sayılmazsınız.

    Mynet Youtube


    En Çok Aranan Haberler